Geçmişin yüklerinden kurtulma çabası!
Son zamanlarda Almanya’da yaşanan bazı siyasi ve toplumsal gelişmeler, bana bir kez daha Avrupa demokrasilerinde özgürlük, eşitlik ve adalet gibi kavramların nasıl seçmeci biçimde uygulandığını düşündürdü. Özellikle antisemitizmle mücadele adı altında sergilenen çifte standartlar, sadece Müslüman topluluklara yönelik ön yargıları meşrulaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda geçmişin yüklerinden kurtulma çabasını da yeni bir ayrımcılığın aracı hâline getiriyor. Sol Parti milletvekili Cansın Köktürk’ün, üzerinde “Filistin” yazan bir kıyafetle Almanya Federal Meclisi’nden çıkarılması, bir siyasal tutumun kriminalize edilmesinden başka bir şey değildir. Dahası, aynı mecliste radikal sağcı PEGIDA’nın kurucusu hakkında ifade özgürlüğü kisvesi altında savunma yapılması, bizlere çarpıcı bir çifte standardı açık biçimde göstermektedir. Almanya, antisemitizme karşı gösterdiği sıfır toleransı, Müslümanlara yönelik saldırılar söz konusu olduğunda sergilememektedir. Sözde antisemitizmle mücadele yasaları, neredeyse otomatik biçimde İsrail eleştirisini susturma aracı olarak kullanılmakta, bu da ifade özgürlüğünü zedelemektedir. Gazze’de yaşananları protesto eden sesler, hele ki bu sesler Müslüman kökenliyse, ya susturulmakta ya da doğrudan “ithal antisemitizm” yaftasıyla itibarsızlaştırılmaktadır. Almanya’da siyaset ve medyanın bu yöndeki eğilimi, ülkedeki antisemitizmi Müslümanların üzerine yıkma çabası olarak okunabilir. Bu tavır, gerçek anlamda antisemitizmle mücadeleye hizmet etmediği gibi, toplumsal barışı da zedelemektedir. İslamofobi ise neredeyse resmî düzeyde teşvik edilen bir normalleşmeye ulaşmış durumda. Medya, Müslümanları konu edindiğinde adeta bir tehdit anlatısı kurmakla meşgul. Bir Müslümanın işlediği suç hemen “İslamcı terör” olarak yaftalanırken, benzer bir saldırıyı gerçekleştiren beyaz, sağcı bir birey ise çoğunlukla “psikolojik sorunları olan yalnız bir adam” olarak sunuluyor. Bu iki yüzlü söylem, terörü etnik ve dinî kimliğe göre tanımlamak gibi son derece tehlikeli bir noktaya sürükleniyor. Antisemitizmi yalnızca Müslüman kökenli bireyler üzerinden tanımlamak, Almanya’nın geçmişle yüzleşme sorumluluğunu yeni bir dışlayıcılıkla takas etmek anlamına gelir. Dahası, bu yaklaşım Almanya’da doğmuş, büyümüş ve bu ülkeyi evi bilen milyonlarca Müslüman vatandaşın kamusal hayattan dışlanmasına neden olmaktadır. Şunu net biçimde ifade etmek gerekir: Yahudilere yöneltilen her türlü nefret ve ayrımcılıkla mücadele elbette insanlık görevidir. Ancak bu mücadele, başka bir azınlık grubunu günah keçisi ilan ederek yürütülemez. Eğer antisemitizmle mücadele, İslamofobiyle mücadeleyle eş zamanlı olarak ele alınmazsa, o zaman mesele sadece antisemitizmi değil, çifte standardı da beslemeye başlar. Bugün Almanya’da antisemitizmin tanımı genişletilerek, İsrail politikalarına yönelik her eleştiri neredeyse otomatik biçimde antisemitik olarak damgalanıyor. Bu tutum, eleştirel düşünceyi bastırmakla kalmıyor, aynı zamanda Yahudilerle Müslümanlar arasında yapay bir gerilim yaratıyor. Oysa ortak payda, her iki topluluğun da tarihsel olarak Avrupa’daki dışlayıcı politikalardan zarar görmüş olmalarıdır. Medyanın dili, siyasetin çerçevesi, toplumun önyargısı değişmeden bu çifte standart son bulmayacaktır. Gerçek eşitlik, sadece kimin mağdur edildiğine göre şekillenen tepkilerle sağlanamaz. Eğer Almanya geçmişiyle gerçekten yüzleşmek istiyorsa, Holokost’tan çıkardığı dersleri sadece bir etnik grup için değil, tüm ezilenler için uygulamak zorundadır. İslam düşmanlığıyla mücadele etmeyen bir antisemitizm karşıtlığı, sadece göstermeliktir. Ve bu göstermelik mücadele, toplumsal barışı değil, daha büyük bölünmeleri beslemektedir.

Son zamanlarda Almanya’da yaşanan bazı siyasi ve toplumsal gelişmeler, bana bir kez daha Avrupa demokrasilerinde özgürlük, eşitlik ve adalet gibi kavramların nasıl seçmeci biçimde uygulandığını düşündürdü. Özellikle antisemitizmle mücadele adı altında sergilenen çifte standartlar, sadece Müslüman topluluklara yönelik ön yargıları meşrulaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda geçmişin yüklerinden kurtulma çabasını da yeni bir ayrımcılığın aracı hâline getiriyor.
Sol Parti milletvekili Cansın Köktürk’ün, üzerinde “Filistin” yazan bir kıyafetle Almanya Federal Meclisi’nden çıkarılması, bir siyasal tutumun kriminalize edilmesinden başka bir şey değildir. Dahası, aynı mecliste radikal sağcı PEGIDA’nın kurucusu hakkında ifade özgürlüğü kisvesi altında savunma yapılması, bizlere çarpıcı bir çifte standardı açık biçimde göstermektedir. Almanya, antisemitizme karşı gösterdiği sıfır toleransı, Müslümanlara yönelik saldırılar söz konusu olduğunda sergilememektedir.
Sözde antisemitizmle mücadele yasaları, neredeyse otomatik biçimde İsrail eleştirisini susturma aracı olarak kullanılmakta, bu da ifade özgürlüğünü zedelemektedir. Gazze’de yaşananları protesto eden sesler, hele ki bu sesler Müslüman kökenliyse, ya susturulmakta ya da doğrudan “ithal antisemitizm” yaftasıyla itibarsızlaştırılmaktadır. Almanya’da siyaset ve medyanın bu yöndeki eğilimi, ülkedeki antisemitizmi Müslümanların üzerine yıkma çabası olarak okunabilir. Bu tavır, gerçek anlamda antisemitizmle mücadeleye hizmet etmediği gibi, toplumsal barışı da zedelemektedir.
İslamofobi ise neredeyse resmî düzeyde teşvik edilen bir normalleşmeye ulaşmış durumda. Medya, Müslümanları konu edindiğinde adeta bir tehdit anlatısı kurmakla meşgul. Bir Müslümanın işlediği suç hemen “İslamcı terör” olarak yaftalanırken, benzer bir saldırıyı gerçekleştiren beyaz, sağcı bir birey ise çoğunlukla “psikolojik sorunları olan yalnız bir adam” olarak sunuluyor. Bu iki yüzlü söylem, terörü etnik ve dinî kimliğe göre tanımlamak gibi son derece tehlikeli bir noktaya sürükleniyor.
Antisemitizmi yalnızca Müslüman kökenli bireyler üzerinden tanımlamak, Almanya’nın geçmişle yüzleşme sorumluluğunu yeni bir dışlayıcılıkla takas etmek anlamına gelir. Dahası, bu yaklaşım Almanya’da doğmuş, büyümüş ve bu ülkeyi evi bilen milyonlarca Müslüman vatandaşın kamusal hayattan dışlanmasına neden olmaktadır.
Şunu net biçimde ifade etmek gerekir: Yahudilere yöneltilen her türlü nefret ve ayrımcılıkla mücadele elbette insanlık görevidir. Ancak bu mücadele, başka bir azınlık grubunu günah keçisi ilan ederek yürütülemez. Eğer antisemitizmle mücadele, İslamofobiyle mücadeleyle eş zamanlı olarak ele alınmazsa, o zaman mesele sadece antisemitizmi değil, çifte standardı da beslemeye başlar.
Bugün Almanya’da antisemitizmin tanımı genişletilerek, İsrail politikalarına yönelik her eleştiri neredeyse otomatik biçimde antisemitik olarak damgalanıyor. Bu tutum, eleştirel düşünceyi bastırmakla kalmıyor, aynı zamanda Yahudilerle Müslümanlar arasında yapay bir gerilim yaratıyor. Oysa ortak payda, her iki topluluğun da tarihsel olarak Avrupa’daki dışlayıcı politikalardan zarar görmüş olmalarıdır. Medyanın dili, siyasetin çerçevesi, toplumun önyargısı değişmeden bu çifte standart son bulmayacaktır. Gerçek eşitlik, sadece kimin mağdur edildiğine göre şekillenen tepkilerle sağlanamaz. Eğer Almanya geçmişiyle gerçekten yüzleşmek istiyorsa, Holokost’tan çıkardığı dersleri sadece bir etnik grup için değil, tüm ezilenler için uygulamak zorundadır.
İslam düşmanlığıyla mücadele etmeyen bir antisemitizm karşıtlığı, sadece göstermeliktir. Ve bu göstermelik mücadele, toplumsal barışı değil, daha büyük bölünmeleri beslemektedir.